17 Kasım 2011 Perşembe

Beykın'a!


uzaklarda da aradım, yakınlarda da. olmadı. içimde mi, dışımda mı bilemedim. etrafından dolaşıyorum şimdi. uzun yol değil ama yolcuyum, beton şehire gitmek istiyorum. ha, bi de çok sinirliyim. uzundur uğraştığım bir yazı var, bir de üçün-beşin hesabı. yazdığım yazı kahverengi çoraplar ve kahverengi ördekler üzerine. sanırım o konuda yazmamalıydım. insan hayaliyle gerçeğini birbirine geçirdiğinde ya çok mutlu oluyor, ya çok üzülüyor. hayattan çıkardığım bu. ah o ördekler, peşpeşe yürüyen ördekler. havada uçuşan tüyler.


bugün gün boyu ikinci ördek olmayı düşledim, çünkü öndeki ördek rolünü bir şekilde benimsemiştim. kolaydı, zordu oraya girmeyeceğim. bazen göbeğiniz torsonuzu geçiyor, o sizi öndeki ördek yani ta kendisi kılıyor. sonra bu biraz coğrafya bilgisiyle de alakalı. kimisinin atletik bacakları, kimisinin geniş omuzları oluyor. kimisi akıllı, kimisi de güzel oluyor. inceleri sevenler çok aralarında. bir de terbiyeli bu modeller. sakin mizaçlılar, içlerinde canavar saklıyorlar. çok tatlı! evet. devam edelim mi? ortadakilerden bahsetmeden en arkada kalan da var, çirkin olan. o sanırım yeni terminolojide kuir oluyor. böyle makyaj yapıp sakalla sokağa atıyor kendini. marjinal falan. kokuyor. az yıkanıyor. ataerkiden dem vuruyor, sağ meme ucuna halka taktırıyor, ankara’da festival yapıyor. vegan oluyor, süt ürünlerini tercih etmiyor.


bu çeşit çeşit ördekleri düşünürken sabah erken saatte almanya'dan paket içinde ve püre görünümünde ördek eti geldi, paketi de çoktan açıktı. basıncı, uçak yolculuğunu, atlantik’teki küçük bir fransız adasından istanbul’a gelişini ayrıca tek tek değerlendirdim. üstüme tanımam, hayali bir merdiven düşlüyorsam 360’a uzanan sıfırıncı basamaktan tırmanışa başlarım. bu karakter kusuruma fazla uğramadan, kızımızın buzdolabında o evde yokken bozulmasın diye püreyi çantasına atıp bize getirmesinde takıldım biraz. iyi niyettendi, koymuş kız; alman dostum bu! evet. beraber berlin’de et yiyenlerin lokantalarını da gezdik. bizi nazan adlı alman-türk arkadaş özenle seçtiği berlin kebapçılarından birine götürdü. ben etraftaki plastik palmiyeleri izlerken o çok lezzetli diye satmaya kalktı canım kaburgaları düpedüz. aynı bugünkü gibi. tezgahın yanı başında; ben, evdeki tinerci, alman kız, püre haldeki ördek ve beykın. reklamına aldanan evdeki tinerciyle ekmeğin üstüne sürüp yediler peşisıra püre ördeği. gözlerine bakıp neyi yediklerini idrak etmeye gayret ettim, sonuçta doğuştan değil, yeni yeni et yemezdim. evdeki tinerci, kıza sordu: 'niye bu böyle', dedi. kız da ona 'bu özel, ete pek benzemez', dedi. şoven şişko seni. etçi seni, grr. çantasından çıkan beykınları da bir bir serdi sonra. aklıma efervesan'ın bayram beşlisi geldi. kusura bakmayın bu sitede et resimleri konusunda da ciddi önlemler almamız icap edebilir. yakında belirtirim, biraz faşistim. bir de yeniyim. terbiyeli olmaya gayret ettim. o magnum kılıklı biftek aklımdan çıkmıyor. kokusu burnuma çalınıyor.


halbuki yedikleri benimkiydi. siyah kaşına, kırçıl tüylerine bakacak halleri yoktu. el örmesiydi üstü başı, çorapları makine işiydi ama deseni pek güzeldi namussuzun. biliyorum, kafa da böyle yeniyor. bir gece vakti uykulukçu görmek gibi haliç kenarında, ense etine aşermek gibi. bunlar da arkadaşlarım, enseciler. üçüncü sıra ördekler. biliyorum kafalar da böyle sıyrılıyor.



evdeki tinerci şimdi uyuyor. alman kız da. bu akşam bize yemek yaptı alman kız. benim de uyumam an meselesi. post-salça geçiriyoruz ailece, ama kız o yediğimize bizim gibi 'salça' değil, lazanya diye seslendi. ‘size lazanya pişirmek ben’, dedi. ben dedim ‘sebzeli mi’, kız dedi ‘ama lazanya sebzeli olmaz ki’! ben dedim kıyma sokma mutfağıma, biz sevmeyiz. kız sırayla, sonra inatla püskürttü bizi. robota kıymayı koydu. verdi elektriği, bastı butona, soktu kaşıklarımı; yarım tepsi salçalı, yarım tepsi kıymalı yaptı. yanına da bir arkadaşın restoranda pahalıya sattığı şarabı dayadı. midem yanıyor. yarın hep beraber beton şehire gideceğiz.



şu an alman kızın yanından sesleniyorum. kendisi horluyor. uzun zamandır evin her yerinde kadınlar horluyor. kafamı takıyorum çünkü kahverengi ördek de geçen horluyordu. o kız değildi, omuzları genişti, uyurken ayaklarını da oynatıyordu. sabah ışığı girmişti içeri. sırtım ona dönük pencereden dışarı bakıyordum. kapının kenarında asılı olan mandal torbasına dalmıştım. yakında kırmızı mandallarımdan da bahsedeceğim.


sonuç olarak pragmatizmin yaratıcısı diye atıfta bulunulan ünlü düşünür sör Francis Bacon'a sevgilerimi sunuyorum. ben de tüme varıyorum hocam. işte, anca çorapları sindirdim, ilerde el yazıları var, sonra kahverengiler var. makarnalı salça, püre ördek bu gece vardılar. şimdi el örmeleri var. bir de adını bilmediğim bir koku var, dolanıyor odamın tepesinde. bu nasıl şeydir bilemedim. şişesi olsa yatağıma kırıp bir kaç gün çıkmam diye içlendim.


affediniz, perişanım.



3 yorum:

tuzbuz dedi ki...

her seyin kısasi hayati kolaylastiriyor. believe you me.

gecelerin yargici dedi ki...

lazanya kötü kokar da mandalları bilemedim. ama alman kıza katılıyorum. horladıklarında haklı.

efervesan dedi ki...

delice yazmışsın çok sevdim, bebe yağlı kuzey kadar. etten değil pırasadan magnumlarla donatıcam burayı bundan kelli.